Bir yanda algılanabilirliği canlı varlığın,
Öte yanda kalıcılık, insan eliyle,
Neredeyse bir ikilemdir, biri adanırken yalnızca
Duygulara, ötekinin yolu uzanır acılara ve yaratıcılığa.
Friedrich HÖLDERLİN
“Seçme özgürlüğü seçebilme özgürlüğünü beraberinde getirmez”. Siz ne seçtiğinizi düşünürseniz düşünün, size verilen verili bir seçim havuzunda yüzersiniz. Aslında seçimlerinizde özgür değilsiniz.
Genellikle özgürlük keyfilikle karıştırılır, oysa özgürlük zorunlulukla sınırlanan ve biçimlenen keyfiliktir. Bütün yapıp etmelerimiz bir isteğin itkisiyle olur. İtkiler içten ve dıştan ya da ikisinin birleşmesiyle olabilir, ama istekleri gerçek kılmak, istekle onu doyuracak nesneyi buluşturmak gerekir. İstekle onun nesnesini buluşturmanın itkisi sorumluluk üstlenmeyi ve özgür irade koymayı talep eder.
Seçim yapmak bir isteğin yerine getirilmesi ya da isteği karşılayacak nesneye, dileğe, yaşam biçimine yönelmektir. İsteklerle onun nesnesinin buluşması, insanın emeğini ve eylemini gerektirir. İrade istekle eylemin birliğinden, bir isteğe tutkuyla bağlanmaktan oluşur.
Seçim yapmak bir irade koymaktır, ama seçmemek de bir seçimdir ve bu sadece insana özgü bir yetidir. İnsan olumluyu olduğu gibi tersini de seçebilir, kendi arzularına, içgüdüsel itkilerine, çıkarlarına aykırı seçimler de yapabilir, dahası bir başkasının iyiliği için, yaşama alan açma konusunda kendini feda edercesine fedakârlıkta bulunabilir, vazgeçebilir.
Bir zorunluluğa doğmak, bir zorunluluktan çıkmak, bir zorunluluk yaratmak!
Kadim zamanlardan bu yana yaşamış tüm toplulukların ruhunu muhtaçlık oluşturur. Topluluk, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ile var olabilen bir yapıdır. Başarılı, “usta” topluluklar birey olma ile muhtaç olma arasındaki dengeyi kurabilen ve kurabilmiş topluluklardır.
Topluluğu oluşturan bireylerin; birey olabilmek için topluluğa muhtaç olmaları ile bu muhtaçlık durumunun artık birey olarak kalamayacakları bir noktaya gitmemesi arasındaki dinamik denge iyi bir topluluk “arayüzü”nün özniteliğidir.
Her ne kadar günlük yaşantımızda insan olarak çok övündüğümüz bilinçli, iradi kararlarımızla hedef odaklı yaşıyor olsak da, aslında hepimiz tek tek bir büyük “oluş”un parçalarıyız.
Felsefi “kaos” ve kuantum kuramlarında anlatılmaya çalışıldığı gibi; “doğru”yu yakaladığımızı sandığımız anda “oluş”u kaçırmış oluyoruz. İyi ve doğru; o anda uygun olduğunu düşündüğümüz, varsaydığımız, inandığımız kararlarımızın, davranışlarımızın, eylemlerimizin sonuçlarının “sonradan” değerlendirildiğinde vardığımız ve en iyisi olduğuna inandığımız, kararlı bir insanlık durumunu korumak ve sürdürmek için yaptığımız tanımlar, verdiğimiz hükümler ve koyduğumuz kurallar.
Herhangi bir yapının, organizmanın ve toplumun; yapı, organizma ve topluluk olma durumunu sürdürmek, yani var olmak, yani hayatta kalmak için bulduğu çözümlerin onun için bir kararlı olma ve kalma durumu olması, oluş ve duruş arasındaki diyalektik ilişkinin özünü anlatıyor.
Hayatta kalma, kararlı olma; organizmaların ve “Aydınlanma Çağı”na kadar insan topluluklarının karar verdiği, hedeflediği bir süreç değil, sadece oluş sonunda ortaya çıkan bir durum.
Aydınlanma düşüncesi, bilimi ve sonrasında sanayi toplumu ile birlikte rastlantısal topluluklar yerine, insanlık durumunun varlığını ve geleceğini garanti altına almayı amaçlayan sosyal bir sözleşme ile malum yola girdik. Ve bu yolun bizi getirdiği yerdeyiz. Hiçbir yapı, organizma ya da topluluğun başaramadığı, başaramayacağı bir iddiamız var: rastlantıdan, belirsizlikten kurtulma, onu yenme. Bunun bizi getirdiği açmaz ise yeni bir yokoluş.
Artık yenerek, yıkarak değil, kurarak ilerlemek gerekiyor. Burada rastlantı ve zorunluluk, irade ve tevekkül, tesadüf ve kader konularının derin sarmalına giriyoruz. En iradi olduğumuzu sandığımız, yıkma, yenme ve kazanma anında aslında irademiz, eski tarafından sinsice yönlendirilmiş bir zorunluluk, “kader” döngüsüne sokulmuş olmuyor mu? Burada en uygun tutum sadece geleceğe bakmak, karşı çıkarak sınırlanmak yerine, tüm enerjimizi, tutkumuzu ve hayallerimizi “kurmaya” adamak değil mi?
Bu da bizi içinde bulunduğumuz her süreci bir oluş, bir “inşa” süreci olarak görme noktasına getiriyor. Ustalık sürecin hem öznesi, hem de nesnesi olunan böylesi bir durumda ne olduğunu anlayabilmekte ve nasıl yapılacağını çözmekte.
İnsan türü evrim sürecinde kazandığı kendi evrimine müdahale edebilme gücü ile bir yol ayrımına geldi: başta kendisi olmak üzere içine doğduğu ve yaşadığı haliyle doğal yaşamı yok etmek ile kendini içine soktuğu zorunluluk sarmalından çıkarak yeni bir yolculuğa başlamak.
Bu Nasıl Bir Yolculuk Olacak?
Evrim biyoloğu Richard Dawkins, benzer şekilde insan topluluklarının da insanlık tarihi boyunca, bir organizma gibi hayatta kalmak için evrim geçirdiğini, bu süreçte buldukları çözümleri bir “kültürel” DNA içinde günümüze taşıdıklarını düşündüğü bir önerme yapar. Buna göre, kültürel DNA’mızın da genleri vardır ve bunlara “mem” demeyi önerir. Bugün kültürel antropoloji, etnoloji ve tarih gibi bilim dallarının yaptığı çalışmalar, mem kütüphanemizdeki bu bilgileri ortaya çıkarmayı ve anlamayı amaçlıyor. Bu kültürel DNA’nın genleri olan memler, insanlığın ortak hafızasında saklanır, kadim bilgilerinde aktarılır, geleneklerinde, tüm insanlığın ortak kültürel mirasında korunur.
Bu yaklaşıma ilk ökaryotik hücrenin, ilkel prokaryotik hücrelerin ortakyaşamsal (simbiyotik) birliği olduğunu söyleyen Lynn Margulis’in endosimbiyoz teorisini eklediğimizde, evrimsel soy kütüğünün bize günümüzdeki DNA’ların aynı zamanda farklı organizmaların bir ortakyaşam (simbiyoz) oluşturacak şekilde nasıl bir araya gelmiş olduğunu anlatacağı gerçeği de ortaya çıkacaktır. Ama daha önemlisi bu bilgi bize, tek tek organizmaların evrim sürecinin önlerine çıkardığı “sorun”lara karşı verdikleri yaşam-kalım mücadelelerindeki en önemli silahlarının ortakyaşam oluşturacak şekilde bir araya gelmek olduğunu da gösterecektir. Bir başka deyişle, seçilmiş olanlar rekabeti işbirliği ile “yenen”lerdir.
Gerek doğal, gerek kültürel evrim sürecini anlamaktaki en büyük güçlük, herhangi bir anda sadece varlığını koruyabilenlerle, seçilmiş olanlarla çalışmak zorunda olunmasıdır. Seçimi “kaybedenler” ortada olmadığı için neden kaybettiklerini anlamak elbette tam olarak mümkün olmaz. Ama evrim kitabını bu bakış açısıyla, verili anda çalışmayan gen ve memleri anlamaya çalışarak, bir anlamda satır aralarıyla okumak, süreci anlamak açısından ufkumuzu genişletip, kavrayışımızı derinleştirir.
İnsanlık kendi evrimine gününü ve geleceğini tasarlayarak müdahale eder.
Eski söz, insanlık tarihi önüne çözebileceği sorunları koyar, diyor. Başka ifadeyle, insanlık aslında çözmeye hazır olduğu sorunları çözer. Ya da çözülmüş sorunlar zaten çözülmeye hazır olunan sorunlardır. Buradaki anahtar sözcük, hazır olmak. Neye ve nasıl hazır olmak gerekiyor? Hazır olduğumuzu nasıl anlayacağız? Hazır olunduğunu anladığımızda ne yapacağız? Hazır olunduğunda sorun kendiliğinden birdenbire çözülecek mi, yoksa uygun bir müdahale mi gerekecek? Daha da önemlisi çözülecek sorun nedir? Bir durumun sorun olduğunu nasıl anlarız?
Sorun çözülüp, ortalık yatışıp, toz duman dağıldıktan sonra aslında ne olduğunu anlamak nispeten kolaylaşır. Ustalık sürecin hem öznesi, hem de nesnesi olunan durumda ne olduğunu anlayabilmekte. Bu nedenle politika sanat olarak değerlendirilir. Politikada doğru ve yanlış yoktur, ‘uygun’ vardır. Sonrasına tarih karar verecektir.
Ahlak, din ve inanç kurallarının, kanunların üzerine oturduğu iyi – kötü, doğru – yanlış, sevap – günah, suç – ceza kavramları, oluş sürecinin herhangi bir kararlı noktasında ve sonradan yapılan tanımlar. Felsefi olarak insan davranışına, dolayısıyla insanlık tarihine en “uygun” kavram, Althusser’in önerdiği uygun kavramı.
Bu açmazı çözmek, her zaman en uygun adımın ne olacağını söyleyecek sihirli bir değnek aramak yıllar boyunca düşünürlerin temel sorunlarından biri olmuştur. Çözümü politikacıların güvenilmez iradelerinden alıp, filozofun, bilim insanının emin ellerine vermeyi, uygun olanın belirsizliği yerine doğru olanı koymayı düşlemişlerdir.
İnsanlık varoluşunun belki de en kritik açmazını yaşıyor bugün; tüm zenginliği ve çeşitliliğiyle gezegenimizdeki doğal yaşamı bir dış tehlike, varoluşuna bir tehdit olarak tanımlayıp, doğadan sadece kendine gerekli olanların seçildiği, akıllı bir toplum yaratmaya çalışıyor.
Bunun sonuçlarını hep beraber yaşayıp göreceğiz. Ancak her şeyin tektipleştirildiği bu dönemde kadim dünyamızdaki yaşamımızı sürdüreceksek önce memleri anlamamız, doğal ve kültürel yaşamı tüm zenginliğiyle korumamız gerekiyor. Bu hem ahlaki hem de varoluşsal bir zorunluluk.
Gaia: Ortakyaşamın Uzaydan Görünen Hali
Peki, ama dünya bu hale nasıl geldi? Doğanın bir ürünü olan insanlığın masum yaşam-kalım savaşımı, nasıl önce kendisini, sonra içinden çıktığı doğayı ve en sonunda da tüm yaşanılabilir dünyayı yok edecek bir noktaya geldi? Bu sorunun yanıtını her birimiz yolculuğumuz boyunca arayacağız, bu arayacağımız ilk ve en önemli yanıt olacak. Çünkü gelecekteki dünyanın nasıl mümkün olacağının yanıtını, onu bu hale nasıl getirdiğimizi öğrenmeden bulmamız olanaklı değil. Bildiğimiz tek şey böyle dönemlerin toplumların yaşamında önemli alt-üst oluş zamanları olduğudur.
Bu ‘güç’ ne kadar dizginlenilmeye çalışılırsa çalışılsın, her an kontrolden çıkmak üzere kendi yarattığı sona doğru ilerleyişini sürdürüyor. Tekrar en başa dönmedikçe; insanlığı yeniden tanımlamadıkça, içinden çıktığı doğanın, onu ve bizzat kendisini anlayacak, hem en üstün ürünü; efendisi, hem de en aciz parçası; kölesi olduğunu kabul etmedikçe, yani yeni bir dünya kurmadıkça insanlık olarak varlığımızı sürdürmemiz olanaklı görünmüyor.
Ne mutlu ki, her yıkıcı güç, yapar da. Doğaya karşı savaşı “kazanmamızı” sağlayan en önemli silahımız olan bilim, onu anlamamızı da sağladı. Düşmanımızı yenerken ve yenmek için onu öğrendik ve anladık. Artık doğayı yenmemiz gerekmediğini, onunla birlikte uyum içinde yaşayabileceğimizi biliyoruz. Bunu yapabiliyoruz. Yaparken de bilgimiz ve kavrayışımız artıyor.
İnsanlık olarak kendimize atfettiğimiz bilme, karar verme ve yapma gücünün şehvetiyle, ‘kaderimize’ razı olmak arasında sıkışmış kalmış durumdayız. Kovulduğumuz ‘cennete’ dönerek tüm günahlardan arınma arzumuz ile kendi kaderimizi elimizde tutma tutkumuz arasındaki yaman çelişki yüzyıllardır peşimizi bırakmıyor.
Bugüne kadar üretim sürecini tarihin akışı içinde kendi dinamikleriyle ilerleyen bir süreç olarak kavradık. İlgimizi bu sürecin ve bu süreçteki insan ilişkilerinin adil paylaşımı, bölüşümü ve yönetilmesi üzerine yoğunlaştırdık. Bugün artık bunun yetmediğini görüyoruz. İlk defa nasıl üretmemiz ve nasıl yaşamamız gerektiğini düşünmek zorunda kalıyoruz. İlk defa geleceğimizi “gerçekten” tasarlamak zorunda kalıyoruz.
Ve bu zorunluluğu anladığımız anda da aslında buna hazırlıksız olduğumuzu fark ediyoruz.
Bireysel sıkıntılarımız daha en başından, başkalarının sıkıntılarına bağlanıp kenetlenecek arayüzden yoksun olarak doğmaktadır. Zoraki bireylik. De jure bireylerin durumları ile de facto bireyler olma – kendi yazgıları üzerinde söz sahibi olma ve gerçekten istedikleri tercihleri yapabilme- ihtimalleri arasında derin ve gittikçe açılmakta olan bir uçurum vardır. Söz konusu uçurumun, kamusal alanın, özellikle de “agoranın” tenhalaşması yüzünden ortaya çıktığı ve derinleştiği varsayılabilir.
Tam da burada, topluluğun karşılıklı ilişkilerini, onu oluşturan her bireyin organize biçimde topluluğun yaşamının yeniden üretilmesi süreci içinde yer aldığı bir ortak üretim sözleşmesi biçiminde tanımlamak; güveni ve bu güveni sağlayacak adaleti, bireylerin niyetlerinden ortak üretim ilişkilerine aktarmak ve ilişkilerin tasarımını bu şekilde yapmak, oluş yolculuğunun kararlı arayüzünü oluşturmamızı sağlayacaktır.
Peki, bu tarif ettiğimiz şey, zaten en başından beri insan topluluklarının yapısını anlatmıyor mu, şimdi yeni ya da farklı olan ne? İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamlarını yeniden üretmek için zorunlu olarak bir araya gelmemişler miydi?
Buradaki anahtar sözcük “zorunluluk”. İhtiyaçlarını yapabildiği kadarını yaparak giderme zorunluluğunun yerini; yaptıklarını nasıl yaptığını bilerek, istediği her şeyi yapma gücü ve özgürlüğünün yerine; yapabileceklerinden yapması gerektiği kadarını seçerek yarattığı zorunluluğun alacağı bir yolculuk.
Mağaradan çıkmak, cennetten kovulmak, düşünmek zorunda kalmak. Bedeli, gerçeği görmek, acı çekmek. Bu acıdan yeni bir gerçeklik yaratarak kurtulmak. Cennetimizi arıyoruz.
Margulis, organizmaların ve bulundukları ortamların, ilişkili döngülerin birbirini etkilemesi üzerine kurulu kaotik bir düzen, Gaia oluşturduğunu söyler. Greg Hinkle’ın deyişiyle Gaia, ortakyaşamın uzaydan görünen halidir. Çok uzun bir zaman geçmedi; daha iki yüzyıl öncesine kadar nasıl küçük topluluklar halinde yaşadığımızı hatırlayın. Ve hala bu şekilde yaşamayı sürdüren topluluklar olduğunu… Biz, insanmerkezli ve endüstriyel tarzımızla; yüzlerce binlerce parçanın yan yana geldiği, iç içe geçtiği, her daim kendiliğinden bozulan ve yeniden kurulan bu düzene müdahale ettiğimiz her seferinde, bu kaotik düzeni kendimize göre her hizaya sokma girişimimizde hüsrana uğruyoruz ve uğramaya devam edeceğiz. Unutmayalım ki, bu düzen biz olmadan varlığını sürdürebilir, ama ne yazık ki, biz bu düzen olmadan var olamayız. Kendimizi bu bütünün bir parçası olarak görmedikçe, kurduğumuz uygarlığı doğanın dışında ve üstünde gördükçe başarmamız olası görünmüyor. Doğayı tahrip etmekten vazgeçmek bir yana, doğayı koruma ve kurtarma misyonu altında gizlediğimiz kibirden de kurtulmalıyız.
Doğanın bizim tarafımızdan korunmasının gerekmeyeceği bir gelecek umuduyla.
Dostlukla… Şamil.
Korona Hafızası Ekofil Topluluğu üyelerinin korona salgını dönemindeki duygu, düşünce ve yaratımlarını paylaşmaları için açılmış bir alandır. Korona Hafızası kapsamında yayımlanan yazıların içerikleri tamamen yazarlarına aittir, EKOFİL’in görüşlerini yansıtmayabilir. Ekofil Mutfak Ekibi bu kapsamda gönderilen yazıları temel ilkelerimize uygun olduğu müddetçe herhangi bir seçme, eleme ve ayrım yapmadan yayınlamaktadır.
63 yaşındayım. Jeoloji okudum. Çeviriler yaptım. Grafikerim, uzun yıllar Ankara’da Mimart Tasarım adlı bir grafik tasarım bürom oldu. 2010’da Muğla’da evimin bahçesinde arı bakmaya başladım. Tasarım ürünleri yaptığım bir marangoz atölyem var. 2015’te Birleşmiş Milletler GEF/SGP ile birlikte Muğla ve Kazdağları olmak üzere iki temel alanda arıcılık projeleri yapmaya başladık. Çevre ve Arı Koruma Derneği – ÇARIK kuruldu, bu projeleri yürüttüğümüz arkadaşlarla birlikte. Her kapı yeni bir dünyaya açılır derler, şu anda arının peşinde yeni bir yaşamın izini sürüyorum.
Çok iyi bir analiz olmuş! Aklınıza, yüreğinize sağlık!
“Bütünün bir parçası olduğumuzu görmek” anahtar felsefemiz olmalı. Ancak ne yazık ki sadece insanların yaşadığı ve farklı türde “yaşamlar”ın pek var olmadığı şehirlerde bunu görmek kolay olmuyor. “Oluş”ta yaşayan memeli beynimiz, yaptığı eylemlerin direkt sonucunu görmediğinde, davranış biçimlerini değiştirme konusunda kolay ikna olmuyor.
“Ütopistik” kitabında Immanuel Wallerstein, “Bildiğim bütün ütopyalardaki gerçek sorun, yalnızca şimdiye kadar hiçbir yerde var olmamış olmaları değil, bana ve başka birçok kişiye yeryüzünde hiçbir zaman var olamayacak cennet düşleri olarak görünmesidir. Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz en son şey, daha fazla ütopyacı görüşlerdir” diyor ve buna karşılık olarak “ütopistik” kelimesini öneriyor. Ütopistik’i “tarihsel alternatiflerin ciddi bir değerlendirmesi, olası alternatif tarihsel sistemlerin gerçek rasyonalitesine ilişkin olarak kararlarımızın uygulanması; mükemmel – ve kaçınılmaz– geleceğin çehresi değil; alternatif, güvenilir bir biçimde daha iyi ve tarihsel olarak mümkün bir geleceğin çehresi” olarak tanımlıyor.
Ütopyacı olmadan, “tarihsel olarak mümkün” bir gelecek tasarlarken nelere dikkat etmemiz gerekecek? Bu virüs sayesinde “doğanın en aciz parçası” olduğumuzu gördük evet ama bu tehdit geçtikten sonra beyinlerimizi nasıl ikna edeceğiz doğayı tahrip etmekten vazgeçmeye? Nasıl zorunluluk(lar) yaratacağız?