5 sene önce Paris’te yazılmış mesela, 175 ülke de hemen altına imzasını atmış. Fakat sonra, dünyanın en büyük ülkelerinden, en çok karbon üreten ülkelerinden birinin başkanı “inanmıyorum” diyerek (sanki inanç meselesiymiş gibi), “ülkemin ekonomisinin etkilenmesini istemiyorum” diyerek çekilme kararı verebilmiş (antrparantez, Şüphe Tüccarları belgeselini izlemenizi mutlaka öneririm). Kendi ülkesini, kendi vatandaşlarının yaşamını düşünse, yaşamdan yana yolları seçse, yapar mıydı? Tamam, fabrikaları Çin’e atarak kendi ülkesindeki karbon salınımını azaltmış oldu. Ama sonra ne oldu? Çin’de bir virüs çıkıp da etkisi hava kirliliği ile katlanınca insanlar çalışamaz hale geldi ve sonuçta dönüp dolaşıp en çok korumaya çalıştığı şeyi, kendi ülkesinin ekonomisini vurmuş oldu.
Bu kadar basit değil tabii ki! Kaos teorisi devreye giriyor ama burada vurgu yapmak istediğim şey, her şeyin birbirine bağlı olduğu; eskilerin etme-bulma dünyası dediği, fizikçilerin kuantum dolaşıklığı, kelebek etkisi, varlıklararasılık (interconnectedness), ne derseniz deyin; bizim yaşamımız, çocuklarımızın yaşamı, yalnızca bizim yaşam tercihlerimize bağlı değil. Biz bütünün bir parçasıyız ve gezegen hastayken biz de hastayız.
Daha kaç salgın çıkmasını bekleyecek insan, doğa(sı)yla barışık yaşamaya başlayıncaya dek?
Bu aralar daha çok arttı belki ama ben kendimi bildim bileli böyle haber başlıkları görüyorum:
“İnsanlık Büyük Bir Sınavdan Geçiyor!”
“İnsanlık Bu Sınavı Verebilecek mi?”
“İnsanlık Öldü mü?” Ölmedi mi? Ne oldu?
Görünen o ki, insanların kafasında belli bir “insanlık” tanımı var ve diğer insanların davranışlarını buna göre yargılıyorlar. Örneğin, iyi bir olay olduğunda “İnsanlık Ölmemiş Dedirtti” başlığı atılıyor. Bu da nedense, birisi birisinin cüzdanını/çantasını bulduğunda oluyor ekseriyetle. İşte “insanlık” denilen şey, böyle bir şey; cevabı kendi içinde gizli, fazla bir beklenti içerisine girmeye gerek yok yani.
Sorun tam da buradan çıkıyor zaten: “insanlık” diye tanımladığımız, idealize ettiğimiz kavramın kendisinden. Örneğin, Nietzsche, “gerçek özgürleşmeye hayvanlığı aşarak değil, daha ziyade uygarlığın araçları olarak akılsallık ve ahlakiliğin tüm o ‘insanca, pek insanca’ biçimlerini aşarak ulaşılabileceğini iddia ediyor. İnsanın kendini aşması için hayvanlığına geri dönmesi gerekir. İnsanların insanlıklarına yol gösteren onların hayvanlıkları ve hayvanlıklarına dönüşleridir” diyor (Süreyya Su, 2019).
Evet, ‘uygarlık’ adı altında, bize biçilen kaftan; akıl, ahlak, nezaket, cömertlik, doğruluk, çalışkanlık gibi değerlerle pek bir ağırlaştırılıyor ve biz de altında ezilip büzülüp küçücük kalıyoruz. Yani ben, şahsen, bizzat, kendim ezilmesem de çocuklarım yüzünden bazen büzülmüş hissedebiliyorum. Bir restorana gidiyoruz mesela, bizimki çatal bıçak dururken elleriyle yiyor yemeğini. Ya da markete gidiyoruz, “onu isterim, bunu isterim” diye kıyameti koparıyor. Özel eşyalarımı izinsiz alıyor, özürü-teşekkürü geçtim, geri vermemek için kendini yırtıyor. Hele, ezkaza telefonumu eline geçirdi mi, bitti. “Bırakır mısın canım kızım, artık biraz sohbet edelim, insanlar gibi konuşarak anlaşalım” diyorum, ama o karşılığında, “Peki annecim, hemen” deMİyor, telefonu fırlatıp kapıyı çarparak olay yerini terk ediyor. E, tabii ben de bu duruma seyirci kalamıyorum, başlıyorum bas bas bağırmaya. Vallahi insanı, insanlıktan çıkarıyor bu çocuklar. Ama intikamımız acı oluyor, aile-okul-toplum üçgenin yardımıyla nihayetinde biz de onları ‘hayvanlık’tan çıkarmayı başarıyoruz (!). Ancak sonuçta ne oluyor? Bu süreç hepimizi fazlaca yıpratıyor. Oysa yapmamız gereken, çocuklardan da, “insanlık” denilen şeyden de beklentimizi gözden geçirmek olmalı.
İçindeki Hayvana Sarıl
“İnsani değerler”, “insan olmak”, “insan gibi davranmak”, insanı üste koyan, pek de alçakgönüllü olmayan bir yaklaşımın ürettiği kalıplar. Tabii ki hayvanlar gibi yaşayalım, hayvani itkilerimize göre hareket edelim demiyorum. Aslında diğer hayvanlar gibi yesek/tüketsek/giyin(me)sek hiç fena olmaz. Hiçbir hayvan, ‘üst sınıf’ hayvanların ihtiyaçlarından daha fazlasını biriktirmeleri için yaşadığı yerin içine s.çmaz (hoş, kaka doğada dönüşüyor en azından), zehirli atıklar üretip etrafa saçmaz, göz göre göre gezegenin geleceğini tehlikeye atmaz. Hayvani öz yaşamaya ve yaşatmaya programlı. O yüzden yapabileceğimiz en doğru şey içimizdeki hayvana sarılmak olacaktır, bize insanı da hayvanı da anlatacak olan “o”.
Ama ne hikmetse, biz ona eziyet etmeyi tercih ediyoruz. Bir evcil hayvanınız var diyelim; kediniz, köpeğiniz, maymununuz… Siz bu hayvanı 8 saat bir koltukta oturtur musunuz? Etrafını en sevdiği yiyeceklerle donatsanız bile durmaz, bağlamanız gerekir. Peki, sağlığına zarar verecek olduğunu bildiğiniz şeyleri yedirip içirir misiniz? Dilini bile sürmez, ancak şırınga ile vermeniz gerekir. Muz için savaştırabilirsiniz belki ama muz cumhuriyeti vaadiyle bedenini siper etmesini sağlayamazsınız. Peki, kendi hayvani özünüze neden bunları yapıyorsunuz? Ve en başta kendinize böyle davranıyorsanız başkalarına nasıl davranmanız beklenir?
* * *
Geçen gün mutfakta yemek hazırlarken içeriden çocukların konuşmaları çalındı kulağıma, diyordu ki küçük olan ablasına:
“İyi ki yarışı ben kazanmışım.”
“Ne yarışı?” diye sordu ablası.
“Yumurta yarışııı”
“Ne yumurtası?
“Hani babanın testisindeki spemler annenin yumurtası için yarışıyor ya…”*
Evet, milyonlarca sperm arasından yarışı kazanmışız, birinci olmuşuz, dünyaya gelmişiz, e vaktimiz de sınırlı, öyleyse neden hâlâ kendimize, içimizdeki hayvana eziyet ediyoruz? Ağaçlar ve oksijenle dolu bir yerde yaşamak varken neden kendimizi beton yığını ve egzoza boğulmuş bir şehirde yaşamak zorunda bırakıyoruz? Kaynağından su içmek varken neden mikroplastik dolu şişelerden su içiriyoruz? Dayanışma içerisinde birlikte üreterek yaşamak varken neden tek başımıza ya da iyi ihtimalle 2 kişi tüm ailenin ihtiyaçlarını karşılamak için kendimizi tüketiyoruz? Erkeklerimizi, “sevdikleriyle birlikte vakit geçirmeleri varken neden başka bir ulustan olduğu bilgisi dışında haklarında bir şey bilmedikleri kişilerle karşı karşıya bırakıyoruz?” Bu içimizdeki hayvana, bedenimize, en değerli hazinemize eziyet değil mi?
Aslında bunun eziyet olmadığını görmüyor değiliz. En azından doktor fizik tedavi yazdığında, antidepresan kullanmamızı önerdiğinde, toplu ölüm haberleri geldiğinde, mülteci botları alabora olduğunda, buzullar erimeye başladığında, arada sırada bir şeylerin ters gittiğini anlıyoruz, görüyoruz; ama sanırım sorun, alternatifimiz olmadığını düşünmemiz. Ya da var olan alternatifler, aile/toplum/sistem tarafından değersizleştirilen/aşağı görülen yaşam idealleri olduğu için bunlara sempati duymakta zorlanıyoruz.
Ben mesela, içten içe, çıplak ayakla toprağa basabileceğim moshav tarzı bir kooperatif köyünde yaşamayı istesem de, korteksim devreye giriyor ve çocuklarımın öyle bir yerde geleceğinin pek de parlak olmayacağı düşünceleri bastırıyor. Çünkü insan tek başına, ayrı bir varlık (entity) değil, bir sürünün parçası olmak üzere evrimleşmiş, yaşadığı çevreye adapte olmak üzere programlanmış (Breuning, 2015). Ve benim yaşadığım çevrede değer gören şey, iyi okullardan mezun olup diploma sahibi olmak-tı. Şimdi gelecek belirsiz ama örneğin, ebeveyn olarak yaşadığımız çevrede @ayşeninmirası 4 yaşında İngilizce şakırken @bizimdeniz çamur içinde kedi-köpek peşinde koşuyorsa beynimiz bize ters giden bir şeyler olduğu sinyalini vermekte gecikmiyor. Ya da minik Kübra 6 yaşında Kuran-ı Kerim’i hatim ederken, bizim Recep 9 yaşında hâlâ sümüklü sümüklü top peşinde koşuyorsa eksiklik hissi de beraberinde geliyor. Bu arkaik bir korku, biyokimyamızın bir oyunu. Sürünün parçası değilsek beynimiz, bir şeylerin feci şekilde ters gittiğini bize hissettirmekte hiç gecikmiyor. Fakat sürümüz bizi desteklemiyorsa, bu da beyin için acı veren kimyasallar demek oluyor.
Yazı 3 parçadan oluşmaktadır. Yazının devamı (3. parça) için tıklayın.
Önceki sayfaya dönmek için tıklayın.
Korona Hafızası Ekofil Topluluğu üyelerinin korona salgını dönemindeki duygu, düşünce ve yaratımlarını paylaşmaları için açılmış bir alandır. Korona Hafızası kapsamında yayımlanan yazıların içerikleri tamamen yazarlarına aittir, EKOFİL’in görüşlerini yansıtmayabilir. Ekofil Mutfak Ekibi bu kapsamda gönderilen yazıları temel ilkelerimize uygun olduğu müddetçe herhangi bir seçme, eleme ve ayrım yapmadan yayınlamaktadır.
1977’de İzmir’de doğdum. Boğaziçi Üniversitesinde matematik (ve belki biraz daha fazla müzik), Indiana Üniversitesinde bilgi bilimi ve kütüphanecilik üzerine çalıştım. İkinci çocuğumu doğurduktan sonra akademi dünyasından ayrıldım ama araştırmacılıktan ayrılamadım. Bebeklerin tuvalet ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmak üzere doğumdan itibaren uygulanabilen “tuvalet iletişimi” yöntemini kitaplaştırdım. 2 çocuk, 1 kedi ve partnerimle birlikte İstanbul’da yaşamaya çabalıyor, vakit buldukça okuyup yazıyorum.