Çirkin Ördek Yavrusu

Clarissa P. Estes “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabında doğduğumuz ailede ya da bulunduğumuz çevrede kendimizi çirkin ördek yavrusu gibi hissediyorsak, vahşi doğamızla bağlantı kuralım ve daha çok ait olduğumuz gerçek sürümüzü —ki bu bir çalışma alanı, bir sanat biçimi, bir insan topluluğu olabilir— bulalım diyor. Çirkin ördek yavrusu da çeşitli badireler atlatıp en sonunda ulaştığı gölde onu ilgiyle karşılayan kuğulardan, kendisinin de bir kuğu olduğunu anlıyor. Kim bilir, belki biz de ördekler içinde yaşayan bir kuğu ya da kuğular içinde yaşayan bir ördeğizdir.

Böyle bir durumda yapmamız gereken hayalini kurduğumuz yaşamı süren topluluğu bulmak/kurmak olacaktır. Tabii, bu topluluğun bize suni değil, gerçek tehlikeyi gösterecek bir topluluk olması gerekir. Gerçek tehlike; Suriyeliler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Fatocular, Yahudiler, Müslümanlar, Ruslar, Çinliler, Amerikalılar, Yunanlılar… değil. Gerçek tehlike; yaşamımızı tehdit eden, yaşama hakkımıza kast eden şeyler: depremler, savaşlar, şiddet, zehirli kimyasallar, teknolojik bozulma, nükleer silahlanma, küresel iklim krizi gibi. Bunlardan bazılarının olmasını engelleme şansımız yok ne yazık ki, sadece önlem alabiliriz; ama diğerleri insan menşeli şeyler olduğu için tamamen bitirilebilir. Tek yapmamız gereken doğru sürüyü bulup harekete geçmek olacaktır.

Harekete geçelim derken eylem yapıp bu sistemi yıkalım demiyorum. Çünkü insanlığımızı aşmadan yaptığımız hiçbir şey bizi daha iyiye götürmeyecektir. İsterseniz deneyelim…

Alternatif’ senaryo:

Sinopsis: Kapitalizm yıkılır ve yerine tüketimin değil üretimin teşvik edildiği; herkesin her ihtiyacının karşılandığı, hiçbir rekabetin, çekişmenin, hırsın olmadığı bir sistem kurulur. Bundan sonra tüm insanlar sonsuza dek mutlu yaşarlar.

Oh ne güzel! Rahat, huzurlu bir toplum. Zaten herkesin her ihtiyacı karşılanacağı için suç da olmayacak; taciz, tecavüz, hırsızlık, cinayet bitti. E, devlet gibi yapılar olmayacağı için, düşünce suçları, darbeler, savaşlar da olmayacak. O zaman Şam’da da tekrar yaşanır olacak. Ondan sonra artık Malatya senin, Iğdır benim, Şam hepimizin, gidip gelip kayısı şenlikleri düzenleriz.

Ama bir dakika, ya herkesin isteği farklı olursa ve bunlar çatışırsa? Mesela kimisi ekofeminist bir kayısı şenliği düzenlemek isterken, kimisi kayısıları yalnızca erkeklerin yemesi, şenliklerde yalnızca erkeklerin bulunması gerektiğini düşünürse? Ya da kayısı sevmeyen bazılarımız şenlik düzenlenmesini rahatsız edici bulurken, kayısıyı çok seven bazılarımız bütün meyve ağaçlarının kayısıya dönüştürülmesini isterse? Belki de kayısıların yaşama hakkı olduğunu savunan bazılarımız onların yenmesini vahşice bulduğu için şenliklere karşı çıkacaktır? Ya da kimisi kayısı bahçesini sadece kendi gibi olan insanlara açmak isterken, kimisi de tüm kayısıları satıp kâr etmek gerektiğini düşünebilir. Bu durumda, herkes özgürce her istediğini yapamayacak demektir. Yani yine belli kurallar koymamız, yine bu kurallara uyumlanmayı öğretmek için önce zorunlu eğitim, yan-ın-da(ş) medya, popüler kültür, din, siyasal partiler sunacağız; uyumlanmakta zorlananlara antidepresanlar, sigara, şeker, alkol gibi bağımlılık yapıcı maddeler, uyumlanmak istemeyenlere de hastaneler, hapishaneler gerekecek. Yani kırmızı ya da mavi hapı seçmemiz fark etmeyecek, yine Matrix’in içinde kalacağız. Arada Neo’lar (Marxlar, Muhammedler, Maolar, Mustafa Kemaller, Martin Luther Kingler…) çıkıp bizi de kurtaracaklar diye heyecan duyacağız ve fakat işin aslı hep aynı yerde dönüp duracağız.

Demek ki, ‘alternatif’ senaryo, pek de alternatif değilmiş. O zaman ne yapalım, kendimizi mi değiştirelim? Keşkeee… Ama işte canlı bir organizmanın ayarları öyle birkaç bin senede değişmiyor; büyük bir değişim görmesi için milyonlarca yıl geçmesi gerekiyor (Canan, 2019). O yüzden yapabileceğimiz en iyi şey, öncelikle kendimizi, insan denen hayvanı tanımak olacaktır.

“İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim”

İnsan bir hayvan evet, ancak insanı diğer hayvanlardan ayıran çok muhteşem bir özelliği  var (aynı zamanda da en büyük handikapı): Olmayan şeyleri hayal edebilme yetisi, düş gücü. İnsan, Dünya’yı, Ay’ı, koskoca gezegenleri, uzayı o küçücük kafasına sığdırabilir, daha önce hiç olmamış şeyleri hayal edip gerçekleştirebilir, hikâyeler uydurup diğer insanları buna inandırabilir ve bu şekilde kitleleri harekete geçirebilir. Bu muhteşem bir şey, olağanüstü bir özellik!

Ama öte yandan, çok da riskli. Mesela, değerli olduğuna inanırsa ağaçları kesip yerine bina dikebilir. Sırf karbon atomlarından oluşan bir taşa dünyanın parasını sayabilir. Ya da üzerinde, ismini doğru düzgün telaffuz etmeyi beceremediği bir marka yazan, dümdüz siyah bir mont için, kahverengi karelerden oluşan bir çanta için, iki kapılı bir araba için, bir daire sahibi olmak için, sahip olmak için yılın 50 haftası, haftanın 6 günü, günün 12 saati çalışabilir. Ya da benim gibi çanta yerine eğitim alanlardansanız artık orada da seçenekler gırla: atölyeler, kamplar, online kurslar, günlük, aylık, 8 haftalık, yıllık programlar…

İnsan denen hayvanın davranışları, kontrol edilemeyen pek çok faktöre bağlı. Yalnızca genetik, biyokimya, hormonlar, cinsiyet değil; aynı zamanda toplum, çevre, aile, din, ideoloji, coğrafya, bu coğrafyanın tarihi, kişisel tarih, ulusal tarih, uluslararası ilişkiler, yaşadığımız çağ, kapitalist dünya ekonomisi  ve bunun sayesinde ‘gelişen’ neoliberal kültür, küresel piyasa,… bir sürü etkenin bileşiminden oluşuyor insan. Bu yüzden “kendi” zevklerimize, ihtiyaçlarımıza, düşüncelerimize fazla takılmamıza gerek yok. Çünkü bu tercihler, bizim kendimizin oluşturduğu, özgür iradeyle seçtiğimiz şeyler değil (Harari, 2018).

Ama umutsuzluğa kapılmak yok, meditasyon yaparak yıllar içerisinde eklenen bu katmanları bir bir açıp özümüze ulaşabiliriz. Kendimizi bilip tanıyıp uygarlığın dayatmalarından, sistemin şartlanmalarından ari bir hayat sürebiliriz. Şimdi diyeceksiniz ki meditasyon iyi, güzel, hoş da yalnızca bireysel bir çözüm sunuyor, fakat sorunlarımız toplumsal. Tabii ki meditasyon yapmanın savaştan kaçıp Avrupa’ya sığınmaya çalışan mültecilere, sömürülen işçilere, şiddete uğrayan kadınlara, soyu tükenen türlere bir faydası olmayacağının bilincindeyim. Ve çektiğimiz acıların kişisel değil toplumsal kökenli olduğunu da biliyorum. Bunların kişisel gelişim teknikleriyle çözülmeyeceğini de… Ancak kendimizi bilmeden atacağımız her adımda aynı tuzaklara düşme riskimiz büyük.

Richard Dawkins, “Gen Bencildir” kitabında; “Eğer bireylerin ortak bir amaç için cömertçe ve özverili bir şekilde işbirliği yapacakları bir toplum kurmayı benim gibi diliyorsanız, biyolojik doğadan çok az yardım umabileceğiniz konusundaki uyarıyı aklınızda tutmalısınız” diyor. Dawkins’in bu uyarısının sizi kapsamadığını düşünüyor ve şu hayatta kendim için bir şey istiyorsam namerdim diyor olabilirsiniz. Ancak işin aslı ne yapıyorsak kendimiz için, taşıdığımız genlerin sonsuza kadar yaşamasını sağlamak için yapıyoruz. “Tabii ki siz genlerinizin talimatlarına uymak mecburiyetinde değilsiniz ama bencil genlerinizin nelerin peşinde olduğunu anlamazsanız, onların sizin için yaptığı planları sarsma şansınız da olmayacaktır” diyor Dawkins.

Ve fakat problem yine de bencil genlerimizde değil aslında. Onlar yaşamaya ve yaşatmaya programlı. Bir dönem şahinler, bir dönem güvercinler kazansa da sonuçta ikisinin de birlikte yaşayabileceği kararlı bir sistem oluşuyor; doğa mutlaka yaşamın devam edeceği şekilde bir dengeye geliyor. Ama yaşam tek başına bir kişinin yaşamı değil, bir türün yaşamı da değil. Genler özgeci değil. Bir muzla bile paylaştığımız genler varsa, muz ağacının yaşamı da bizim için önemli. Muz ağacı önemliyse, onun yaşadığı toprak, o toprağa düşen yağmur damlası da önemli. Yeryüzünde yaşam kocaman büyük bir  aile! Her insan, genetik olarak sadece diğer tüm insanlarla değil, diğer tüm canlılarla da bağlı. Ve sadece bugün yaşayan organizmalarla değil, yaşamış olan her şeyle bağı var.

The Tree of Life: https://www.evogeneao.com/en

İşte meditasyon yaparak öze ulaştığımızda, bencil genlerimizin aslında sadece yaşamanın, böylesine büyük bir yaşamanın peşinde olduğunu anlayıp, doğamıza uygun yaşayabiliriz. Ayrıca genlerimizin içten içe bildiği bir şey daha var: “Kibar çocuklar daima birinci olur” (Dawkins). Akıl ve ahlak uygarlığın dayatmasıysa, zerafet bizim genlerimizde var.

Küresel Göl, Küresel İnsan

Evet, buraya kadar güzel güzel geldik, insanı tanıdık, anladık, beyin yıkamalarımızı ve şartlanmalarımızı kaldırdık, insanlığı aştık, içimizdeki hayvana sarıldık, sürümüzü bulduk, doğamızla uyumlu yaşadık. Fakat yetmedi. Çünkü bugün geldiğimiz noktada, şöyle bir sorun daha var: Biz kuğu gölünde kendi sürümüzle, hayalini kurduğumuz hayatı yaşıyor olsak bile dünya artık küresel bir köye dönüştüğü için bizim gölümüz de diğer insanların yaptıklarından birebir etkileniyor.

Çevresel toksinleri, zararlı kimyasalları ele alalım mesela. Bu konu özellikle bebek doğurduktan sonra tüm kadınların master yaptığı bir alana dönüşüyor. Önce şeker, katkı maddeleri derken bir bakmışsınız E211’lerden, titanyum dioksitlerden konuşuyorsunuz. Ama yalnızca siz konuşmuyorsunuz, gıda endüstrisi de benzer dili kullanıyor: organik, doğal, tamamen doğal, katkısız, koruyucusuz, tazeliği korunmuş lafları paketli ürünlerin üstünde serbestçe gezinebiliyor. Biz bunların bilincinde olup kendimizi koruyabiliriz. BPA, fitalat, paraben, sls, sles, alkol, glüten, mlüten içermeyen ürünleri buluruz, paketli gıda tüketmeyiz, plastik yerine cam şişe kullanırız, çöplerimizi geri dönüşüm için ayrıştırırız… ve fakat gerçekte ne kadar korunabiliriz? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın da plastik, karbon, endokrin bozucular, zehirli atıklar da yaşasın mı? Hoş, keşke bin yaşasalar ve sonra da ölseler. Ama bunlar yılan gibi değil; su içerken de dokunuyor, nefes alırken de. Binlerce yıl yaşadıkları yetmiyormuş gibi hem okyanusları hem atmosferi kirletiyor ve bir şekilde tüm canlılara dokunmayı başarıyor.

Yani artık görmemiz gerekiyor ki yaptığımız her şey bütünü etkiliyor. Bu gölde hep birlikte yaşıyoruz. Tüm canlılar, okyanuslar, atmosfer, her şey birbirine bağlı. O yüzden en başta kendimiz için bu göle zarar vermeden yaşamamız şart. Hayvanlara bulaşınca, onların yaşam alanlarını talan edince ne olduğunu defalaraca yaşadık, gördük zaten. Daha kaç salgın çıkmasını bekleyeceğiz?!?

Şimdi herkes bu mesajı alıp “evet ya biz bir bütünün parçasıyız, önce kendimiz için, çocuklarımız için yaşadığımız evi, tek yuvamızı, yani gezegeni koruyalım, ihtiyaçlarımızı karşılamanın yaşamdan yana yollarını bulalım” demeyecektir, biliyorum. Hatta “bu dünyaya bir kere gelmişim bana ne, ben mi kurtaracağım dünyayı, hem zaten ben sebep olmuyorum ki bunların hiçbirine” diyebiliriz ki, bu haklı bir tepki olur. Zaten ne haddimize dünyayı kurtarmak. Dünyayı ancak kendimizden kurtarabiliriz. Tek yapabileceğimiz, kendimizi bilip tanıyıp önce kendimize, kendi yaşamımıza sahip çıkarak, yaptığımız tercihlerle verdiğimiz zararı azaltmak olabilir.

Ama işte insanı diğer hayvanlardan farklı kılan bir özelliği daha var. Her ne kadar tek başına yaşamasının bir anlamı olmasa da, hayatında bir anlam arıyor insan. Anlamlı bir hayat yaşadığında kendisini tamamlanmış hissediyor. Bu da “bana-ne-cilik”le olmuyor. Zaten bir kez gördü mü, bir daha görmemiş gibi yapamıyor. Ama tek başına bakmak kolay değil. Birey olarak yaptıklarımız, yarattıklarımız, ürettiklerimiz elbette çok değerli, ancak biz salt bireyler olarak yaşayabilecek bir tür değiliz. Sistemin bizi giderek daha da bireyleştirmesine karşı çıkmalıyız. Genler öyle kolay değişmiyor dedik ya, milyonlarca yıl boyunca, kabileler, topluluklar halinde yaşamış insanın şimdi tek başına ayakta durmaya çalışması çok zor. O yüzden mutlaka sürümüzü bulalım. Bize suni değil gerçek tehditleri gösterecek, yaşadığımız sorunların toplumsal/küresel nedenlerini/sonuçlarını görecek, gerçek ihtiyaçlarımızı suni ikamelerle değil yaşamdan yana yollarla karşılayacak, karşılıklı olarak birbirimizi destekleyebileceğimiz bir topluluk olmalı. Biz tüketerek değil üreterek mutlu olan, sanatla, edebiyatla yaşama anlam katan bir türüz. Ama tek başımıza kaldığımızda baş etmemiz gereken onca şeyin içinde yaratıcı faaliyetlere ne vaktimiz ne enerjimiz kalıyor. Bu kadar devasa sorunların altından tek başımıza kalkmamız mümkün değil, ezileceksek de en azından birlikte eziliriz. Şaka şaka. Ezilmek yok, pes etmek yok!

Kurbağaların şarkısı

“Kurbağaların özelliği, nehirleri kuru topraklara dönüştüren kurak mevsimde toprağın derinliklerine gömülüp ölüm uykularına yatmalarıdır. Tüm bedensel işlevlerini en aza indirip ölüme en yakın halde yağmur mevsiminin gelmesini beklerler. Yağmurlar nehirlerin yatağını doldurmaya başladığında, ölüler ülkesinden geri gelir, on binlerce ağızdan şarkılarını söylemeye başlarlar.”

“Kurbağalara İnanıyorum” isimli kitapta, Ayhan Geçgin, edebiyatın işinin (tıpkı kurbağaların yaptığı gibi), değişmenin, dönüşmenin, yenilenmenin, kısaca hayat’ın sesini duyurmak, işitilir kılmaya çalışmak olduğunu söylüyor. Ve “üretim ortaktır, düşünce ortaktır; bir sonraki aşamada yazar isimlerine bile artık gerek kalmadığını, isimlerin kendiliğinden silindiğini kolayca hayal edebiliriz…” diyor.

Thich Nhat Hanh da demişti, geleceğin Buda’sı bir topluluk olacak. Siz de duyuyorsunuzdur mutlaka, kurbağaların şarkısı giderek daha fazla işitilir olmaya başladı. Bugün yaşama değer veren, yaşam döngüsünü düşünen pek çok topluluğun sesi kulaklarımıza geliyor. Onarıcı tarım, şiddetsiz iletişim, yatay örgütlenmeler, sınır tanımayan doktorlar, gazeteciler, kooperatifler, gıda toplulukları, üretici birlikleri, dayanışma mutfakları, barış için akademisyenler, sanatçılar ve bunun gibi pek çok güzel işler yapan  çok güzel topluluklar dünyanın her yerinden seslerini duyuruyor.

Yaşadığımız bu zor zamanlarda iyice içe dönüp karamsarlığa kapılmayalım, evdeyiz belki ama yalnız değiliz. Birbirimizi takip edelim, destekleyelim. Genlerimizin mümkün bildiği daha yaşanabilir bir dünya için bu şarkılara eşlik edelim.

Kaynaklar:

Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Ayhan Geçgin (2016). Kurbağalara İnanıyorum: Edebiyat üzerine yazışmalar. İletişim Yayıncılık.

Charles Eisenstein (2018). Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya. Alef Yayınevi.

Clarissa P. Estes (1996). Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler.

Loretta Graziano Breuning (2015). Habits of a Happy Brain: Retrain Your Brain to Boost Your Serotonin, Dopamine, Oxytocin, & Endorphin Levels. (Türkçesi: Mutlu Beyin).

Marshall B. Rosenberg (2014). Şiddetsiz İletişim: Bir Yaşam Dili. Remzi Kitabevi.

Richard Dawkins (2014, ilk basım 1976). Gen Bencildir. Kuzey Yayınları.

Robert Kenner (2014). Şüphe Tüccarları (Merchants of Doubt). Belgesel.

Sinan Canan (2019). İFA: İnsanın Fabrika Ayarları. Tuti Kitap.

Yuval Noah Harari (2015). Sapiens: Hayvanlardan Tanrılara İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Kolektif Kitap

Yuval Noah Harari (2018). 21. Yüzyıl İçin 21 Ders. Kolektif Kitap.

İklimBu: İklim Değişikliği ve Karbon (2019). Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi. Erişim adresi: http://climatechange.boun.edu.tr/iklim-degisikligi-ve-karbon/

Kapitalist tarım ve Covid-19: Ölümcül bir birleşim (2020, Mart 16). Rob Wallace ile söyleşi. Erişim adresi: https://ceyhantemurcu.blogspot.com/2020/03/endustriyel-sirket-tarimi-oldurur.html?m=1

Dennis Carrol: Küresel bir olay karşısında küresel diyalogun hiçbir şekilde kurulmaması beni çok şaşırttı (2020, Mart 18). Erişim adresi: https://t24.com.tr/haber/bulasici-hastaliklar-uzmani-dennis-carrol-kuresel-bir-olay-karsisinda-kuresel-diyalogun-hicbir-sekilde-kurulmamasi-beni-cok-sasirtti,867294

Süreyya Su (2019). İnsan olmak için hayvanlığı hatırlamak gerekir.

https://t24.com.tr/yazarlar/sureyya-su/insan-olmak-icin-hayvanligi-hatirlamak-gerekir,22892

* Nicholas Allan (2015). Veli Nereye Gitti… Kuraldışı Yayınları

 

Önceki sayfaya dönmek için tıklayın.
III

 


Korona Hafızası Ekofil Topluluğu üyelerinin korona salgını dönemindeki duygu, düşünce ve yaratımlarını paylaşmaları için açılmış bir alandır. Korona Hafızası kapsamında yayımlanan yazıların içerikleri tamamen yazarlarına aittir, EKOFİL’in görüşlerini yansıtmayabilir. Ekofil Mutfak Ekibi bu kapsamda gönderilen yazıları temel ilkelerimize uygun olduğu müddetçe herhangi bir seçme, eleme ve ayrım yapmadan yayınlamaktadır.


 

Pin It on Pinterest