Ben bu “evde kal” işini sevdim. Ne yalan söyleyeyim, okulsuzluk fikrini çok mantıklı bulsam da bizim için mümkün olmayacağını, çocukların tüm gün evde olmasına tahammül edemeyeceğimi düşünürdüm. Ama bir virüs çıkıp da bizi eve kapatınca, daha iyisi, geleceğimizin belirsiz olması ile herhangi bir hedef gütmenin anlamsızlığını kafamıza çakınca hayat daha bir yaşanır oldu.
İnterneti de kapatsalardı pamuk gibi geçinip gidebilirdik belki ama bu dijital aletler yüzünden birbirimizin dikenlerine takılıp ancak gül gibi geçiniyoruz bu süreçte. Yine de çocukları bir yerlere yetiştirme stresinin olmaması şahane. Tabii çocukları etkilemeyen bir virüs olduğu bilgisi sayesinde (yoksa panikten çıldırırdık herhalde).
Öte yandan, evde kalmak zorunda olan bazıları için çok zor bir süreç olduğunun farkındayım. Saat ücretli çalışanlar, primle çalışanlar, kafe çalışanları, otel çalışanları, rehberler, sanatçılar, mağazacılar, evde kalma lüksü hiç olmayan işçiler, doktorlar, sağlık görevlileri, gıdamızı üretenler, market çalışanları, kargocular… bu süreci benim gibi “sakin yaşam” olarak görmüyorlardır eminim. Çok zor bir süreç olduğunun farkındayım, fakat farklı bir dünya kurmamız, farklı bir ekonomi yaratmamız, birtakım alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerektiğini görmemize de vesile oldu bu süreç.
Karbon / Korona / Kaos
Su altı yaşamla ilgili çeşitli çalışmalar yapan, Endonezya ve Avusturalya’da yaşayan Selen Yavuzdoğan, Kıyamet Günlükleri tutmaya başladı. Geçtiğimiz yaz yaşanan yangınlarla ilgili şu paragrafı çok çarpıcıydı:
“Ekim ayında duman neredeyse her sabah şehri basmaya başladı. Sabah yürüyüş-koşu programımıza geri dönmek istedik Tunç’la. Ancak hava kalitesi öyle kötü oluyordu ki, o duman parçacıklarını ciğerlerimize çekmemek için spor fikrinden vazgeçiyorduk her sabah. Öğlene doğru rüzgâr çıkıyor, dumanı dağıtıyor, biz de o zaman dışarı çıkıyorduk. Bu rüzgârları ciğerlerimizi rahatlattığı için seviyorduk ama aynı zamanda alevleri şiddetlendirip yaydığının farkında değildik”.
Biz burada, Türkiye’de henüz çok fazla hissetmiyor olabiliriz ama dünyanın pek çok yerinde seller, kasırgalar, yangınlar, eriyen buzullar bir sürü insanın, hayvanın ve bitkinin yaşamını etkiliyor. İşin aslı, bu sonuçları yaşamaya başlamadan bile hava kirliliği, yıllardır, milyonlarca insanın erken ölmesine sebep oluyor.
Artık görmemiz gerekiyor ki bizim yaşamımız, çocuklarımızın yaşamı, yalnızca sağlıklı beslenebilmemize bağlı değil; iklim değişince beslenme, yaşam, her şey değişecek. Gezegen hastayken biz de hastayız. Peki, ne yapabiliriz? Bir şey yapabilir miyiz? İklim krizini durdurmak mümkün mü? İnsanın elinde olan bir şey mi?
Öncelikle iklim değişikliğinin nedenlerini anlamak gerekiyor. Karbon ayak izimizi azaltalım deniyor ama nedir bu karbon?
Bir kere en başta şunu biliyoruz: Dünyadaki tüm canlılar karbon içeriyor. Ama bu sorun değil. Çünkü tüm hayvanlar ve bitkiler birbirine karbon ile bağlı: Bitkiler fotosentez yaparak havadaki karbondioksiti alıyor, oksijen veriyor, hayvanlar da bu oksijeni alıp karbondioksit veriyor. Suçlu bulundu, hayvanlar. O halde hayvanları yok edersek karbon sorununu çözmüş oluruz, yaşasıın! [Şaka]. Sadece “insan” denen hayvanı yok etmemiz yeterli [Yine şaka]. Sanırım virüsler de bunun için uğraşıyor [Bu kadar şaka yeter, tamam]. Konumuza dönecek olursak, yeryüzünde yaşayan bitkiler ve hayvanlar bu karbon işini çok güzel dengeliyor aslında. Sorun, insanın yeryüzü ile yetinememesinden kaynaklanıyor.
Şimdi dedik ya, tüm canlılar karbon içeriyor diye; bir zamanlar canlı olanlar da karbon içeriyor tabii. Yüz milyonlarca yıl boyunca mort olmuş hayvan ve bitkiler toprağın altında basınç ve sıcaklıkla çözünüp karbon atomlarınca zengin olan kömür, petrol, doğalgaz gibi maddelere dönüşüyor. “Fosil yakıt” diyor insan buna, yakıt falan değil oysa; ama işte fabrikalarda, elektrik santrallerinde, evlerde, arabalarda yakılıp enerji kaynağı olarak kullanılıyor. Sonuç olarak havaya salınan karbon miktarı artmış oluyor. Aslında daha çok ormanımız, bitkimiz olsa yine dengeleriz biz bu karbonu. Fakat her ne hikmetse biz tam tersini yapıyoruz; ormanları tarım alanlarına dönüştürüyor, ağaçları kesip yerine bina dikiyoruz. Sonra ne oluyor? Fosil yakıtlarla artan karbondioksit miktarını fotosentezle yok edebilecek bitki sayısını azaltmış olduğumuz için havaya salınan karbondioksit miktarı da artmış oluyor.
Atmosferde biriken bu karbon (ve metan ve azot oksit ve kloroflorokarbonlar) sera etkisi yaratarak yeryüzünde daha fazla ısının hapsolmasına neden oluyor. E, ne güzel ısınıyoruz diye düşünebilirsiniz ama işte pek öyle olmuyor. Çünkü ısınan hava buzulların erimesine neden oluyor; buzullar eridikçe güneş ışığını daha az geri yansıttıkları için hava daha hızlı ısınıyor; hava daha çok ısınınca okyanuslar da daha çok ısınıyor; okyanuslar daha çok ısınınca deniz seviyesi yükseliyor ve seller meydana geliyor; doğal sistemler bozuluyor ve havalar zamanla aşırılaşıyor (iklimBU).
Aslında belki de insan dünyayı kurtarmak için yapıyor bunu, kendi sonunu getirince küresel iklim sorunu da kalmayacak; dünya, hayvanlar ve bitkiler için tekrar yaşanır olacak. Ne kadar da fedakârca (!).
Sizi bilmem ama benim bencil genlerim bu çözümü pek mantıklı bulmuyor. Bilim insanları, mantıklı olanın, denklemi tekrar eşitlemek olduğunu söylüyor. Yani;
Sera etkisine sebep olan gazların üretimini durdurmak ve var olan ağaçları kesmemek —tek birini bile!
Çünkü bazılarının önerdiği gibi yeni ağaç dikmek çözüm gibi gözükse de bir ağacın büyüyüp yeterli miktarda karbonu dönüştürmesi yıllar, yıllar, yıllar, yıllar sürüyor. Ve bu yıllar içerisinde karbon üretimimizi ciddi miktarlarda azaltmazsak dünya giderek daha da ısınmış olacak; bu da orman yangınlarının artmasına sebep olacak, akabinde karbondioksit miktarı daha da artacak ve bir kısır döngüye girilecek.
Bu konuyla ilgili bir diğer etken de ürettiğimiz karbonu nötrleyecek kadar ağaç dikmek için yerimizin olmaması. Vaktiyle tarım alanlarına dönüştürdüğümüz ormanlık alanları geri dönüştürebiliriz belki ama o zaman da aç kalırız. Ağaç dikelim mutlaka ama denklemin olmazsa olmaz ilk şartının sera gazlarının üretimini azaltmak, hatta durdurmak olduğunu unutmadan. Bunun için:
- Karbondioksit miktarını artıran fosil yakıtları (petrol, kömür ve doğalgaz) tüketmeyi bırakmak —bunun yerine yenilenebilir enerji kullanmak
- Metan gazı miktarının artmasına neden olan çöp üretimini durdurmak —yani tüketmeyi durdurmak
- Azot oksit miktarını artıran endüstriyel tarım faaliyetlerini durdurmak —doğaya saygılı tarım yapan küçük üreticileri desteklemek, permakültür bahçeleri, gıda ormanları, vb. oluşturmak
- Hem doğada yok olmayarak kirliliğe neden olan, hem endokrin sistemimizi bozan hem de kloroflorokarbon salınımını artırarak ozon tabakasını yok eden ve dolayısıyla iklim değişikliğine neden olan plastik üretimini durdurmak —eskiden plastik mi varmış, peh!
İşte bu kadar basit!
Korona yüzünden evde kalmak zorunda olduğumuz şu günlerde umuyorum ki yaşam tarzımızı acilen değiştirmemiz gerektiğini görebiliriz. Korona da zaten bunlardan bağımsız değil. Korona ve türevlerinin tekrar etmemesi için, orman alanlarını işgal etmekten vazgeçmemiz ve endüstriyel tarım ve hayvancılık faaliyetlerini durdurmamız gerekiyor.
Çünkü bu virüsler, yaşam alanlarını ortadan kaldırdığımız, yaşama haklarını ellerinden aldığımız hayvanlardan insanlara geçiyor: şarbon, brusella, veba, salmonella, deli dana, SARS, MERS, kuş gribi, domuz gribi, korona ve böyle devam edersek daha başka neler çıkacak kim bilir! Sonra insanlar bunları —aynı zamanda karbon emisyonunun da artmasına neden olacak yollarla (en çok havayolu sebep oluyor)— çeşitli şekillerde (ticaret, turizm endüstrisi, çok uluslu şirketler, vb.) tüm dünyaya taşıyor. Sonuç, insanlar için korkunç ama belki de gezegen için iyi oluyor. İnsanlar evde kalmak zorunda olduğu için karbon emisyonu ciddi bir biçimde düşüyor:
Tabii ki çözüm bir virüsün çıkıp insanları eve hapsetmesi olmamalı. Ama bu virüsün etkisi geçtikten sonra hayatımıza, aynı tüketim alışkanlıklarımızla aynı şekilde devam edersek bu dünyada cehenneme ulaşmamız garanti. Çünkü iklim krizi döngüsü şöyle işliyor:
Atmosfere salınan karbon miktarının artması ->ısının artması -> orman yangınları ve diğer iklim felaketleri ->
karbonun daha çok artması ->ısının daha çok artması -> daha çok orman yangını ve daha çok iklim felaketi ->
karbonun daha daha çok artması ->ısının daha daha çok artması -> daha daha çok orman yangını ve daha daha çok iklim felaketi…
Ve maalesef bu sonsuza dek böyle gitmiyor. Bir görselle ifade edecek olursak daha çok bir spirale benziyor ve giderek kendi sonunu getiriyor.
Clementine çizgi filmindeki ateşe benzedi. Ama bizi balonunun içine alıp kurtaracak bir Hemera’mız yok maalesef. Fakat bir çözüm yolumuz var. Hem de çok basit! Tüm tercihlerimizi yaşamdan yana yapmak. Bizim yaşamamızı sağlayacak, gezegenin yaşamasını sağlayacak tek kural, tek yol bu! Örneğin, bir yiyeceğin/giyeceğin üretimi zehirliyse önce bize sonra toprağa, yani yaşama zarar veriyor. Bu yüzden ihtiyaçlarımızı karşılamak için toprağa, yani yaşama zarar vermeyen küçük üreticilerle ilişkiye geçebiliriz, kendimiz yetiştirebiliriz veya böyle bir imkânımız yoksa kooperatifler ve gıda topluluklarına katılabiliriz. Tüketimimizi azaltırız, dayanışma ekonomisi, takas ve yerel para kullanımına geçeriz. Topluluk destekli modelleri hayata geçiririz.
Şimdi böyle yazınca ne güzel oldu, lay lay lom, yaşamdan yana yolları seçelim, endüstriyel tarım yerine permakültür, fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynakları, binalar yerine ağaçlar, kuşlar, böcekler, çiçekler ne güzel; dünya ne güseelll… Ama işte yazıldığı gibi olmuyor.
Yazı 3 parçadan oluşmaktadır. Yazının devamı için tıklayın.
Korona Hafızası Ekofil Topluluğu üyelerinin korona salgını dönemindeki duygu, düşünce ve yaratımlarını paylaşmaları için açılmış bir alandır. Korona Hafızası kapsamında yayımlanan yazıların içerikleri tamamen yazarlarına aittir, EKOFİL’in görüşlerini yansıtmayabilir. Ekofil Mutfak Ekibi bu kapsamda gönderilen yazıları temel ilkelerimize uygun olduğu müddetçe herhangi bir seçme, eleme ve ayrım yapmadan yayınlamaktadır.
1977’de İzmir’de doğdum. Boğaziçi Üniversitesinde matematik (ve belki biraz daha fazla müzik), Indiana Üniversitesinde bilgi bilimi ve kütüphanecilik üzerine çalıştım. İkinci çocuğumu doğurduktan sonra akademi dünyasından ayrıldım ama araştırmacılıktan ayrılamadım. Bebeklerin tuvalet ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmak üzere doğumdan itibaren uygulanabilen “tuvalet iletişimi” yöntemini kitaplaştırdım. 2 çocuk, 1 kedi ve partnerimle birlikte İstanbul’da yaşamaya çabalıyor, vakit buldukça okuyup yazıyorum.
Harikasın kutlarım seni..
Çok teşekkürler! Sağ olun 🙂
Bir yazı bu kadar akıcı ve bilgilendirici olabilirdi çok teşekkür ederim.
Çok teşekkürler! Sağ olun 🙂