Gün ışığı perdelerin arasından masama ve ekrana vurup beni neredeyse kör ederken, ne yazacağım üzerine kafa patlatarak dudak kemirme etkinliğime, dışarıdan gelen çocuk sesleriyle ara verdim. ‘Sokağa çıkma yasağının olduğu bu günlerde ne çocuk sesi’ dediğinizi duyar gibiyim. Kaldığım sitenin küçücük bir bahçesi var ve burada yaşayan beş altı çocuk, her fırsatta çimlerde biraz koşuşturmak, bitkilerin yaprakları arasında oyun oynamak için aşağı kaçıyorlar. Bir de aşağıda yaşayan üç adet yavru kedi var ki mıknatıs gibi etrafına topluyor çocukları. Görevli uzaklaştırıyor, geri geliyorlar, uzaklaştırıyor, geri geliyorlar. Suyla ayın med cezirleri ya da mevsimlerin hiç sıkılmadan ardı ardına dizilmesi gibi. Sonu gelmeyen bir döngü… Kimse pes etmiyor. Öyle doğal bir oyun ki bu. Peki, bu etkinin sebebi ne? Çocukları o kedilere çeken ne? Şirinlikleri ya da nadir görülür olmaları mı? Sıkıntı mı? Yasaklar mı?

Bu cevapları elemek adına, farklı bir sahne hayal edelim. Mesela nerede bir toprak yığını varsa oraya giden, bulduğu çamuru eline geçirdiği taşla ya da sopayla dürtmeye başlayan çocukları neyle açıklayabiliriz? Yüzlerindeki zafer ve keyif duygusunu bilirsiniz. Çok konsantre bir şekilde devam ederler buna. Sirenlerin denizcileri çağırdığı ve trans haline sokup deniz tarafından yutulmalarına neden olduğu o efsaneler gibi. Belli ki bir çağrı var bizim çoktandır duymayı unuttuğumuz. Ama zihni andan hiç uzaklaşmayan, doymayan bir merakla etrafı ve dünyayı mercek altına alan çocuklar onu duyuyor. Bunu ormanda birlikte çalıştığım çocukların gözlerinde görüyorum ve bazen temiz havanın da etkisiyle mahmurlaşmış ebeveynlerinin yüzlerinde. Kedimi veterinere götürmeye çalışırken yolda karşılaştığım çocuk işçinin sorularında da:

“Nereye gidiyorsunuz? Ona ne olacak? Lazım olursa mendil hediye edebilir miyim? Ona dokunabilir miyim?”

Bu bir ışık, güçlü bir dürtü. Hepimizi ele geçiriyor. Bu doğaya ait olduğumuzu, kediyle de ağaçla da bir olduğumuzu hatırlatan bir titreşim belki de. Birbirimizi ilgilendiriyoruz.

Kendi açlığımdan ya da kendimi iyi hissettiğim yerde çalışmayı dilediğimden, doğada çocuk ve ailelerle temel hayatta kalma becerilerini, doğa-l ebeveynliği ve yaban hayatını konuştuğumuz, bol miktarda kendimize ve çocuklara özgür hareket alanı açtığımız atölyeler yapıyorum. Haftanın hemen hemen altı gününü kapsayan öğrenme ve öğretme atakları arasında koşturan çocukların değişimine şahit olmak bir takım konuları sorgulamama sebep oluyor.

Bir çocuğun ateş karşısındaki hayranlık ve hayret karışımı yüz ifadesini yakından gözlemlemek, “Dikkatini toplayamaz” denilen çocuğun bir buçuk saat boyunca kendi barınağını bıkmadan usanmadan inşa etmesini beklemek, Richard LOUV’ un dediği gibi “dikkatli ol!” diye haykırmak yerine “dikkatini ver” uyarısını sunduğumda kendisini adapte etme ve gözetme becerisine güvenebilmek, en önemlisi de bitmek tükenmek bilmeyen doğa ile temas etme arzusunu duyumsamak, bende şu soruyu doğurdu:

Çocuklarımızı bir kapsül yaşantıya soktuğumuzda, doğadan ayırdığımızda onların potansiyel ben olma halinden neyi çalmış oluyoruz? Çünkü iki günlük atölyelere giren çocuk ve ebeveynlerle, iki gün sonrasında ellerinde kozalaklar, bir sürü hatıralık taş, yaprak benzeri geniş nesnelerle veda eden çocuklar, onları dingin gözlerle bekleyen ebeveynler aynı şekilde görünmüyor. Bu kadar küçük bir temas bile nasıl ve neye etki ediyor?

Psikolojinin en temel sorusu şununla başlar: “Ben “ tam olarak nerede? Sınırlarım nerede başlıyor, nerede bitiyor? “Öteki” nerede başlıyor? Çoğunlukla ana akım psikoloji bilimi bu soruyu şu şekilde cevaplamayı uygun görüyor: Fiziksel et bedenim içimde kapladığım yer kadarım ve ötekilerle kurduğum ilişkilerle tanınırım. Post endüstriyel dönemde yaygınlaşan bu bilgi, dönemin fiziksel ve ekonomik koşulları için oldukça uygundu. Biyosferi parçalara ayırırken psikemiz tabii ki güven içinde olabilirdi. Çünkü ben ve sen arasında kalan dağ, taş, su, mineral birer kaynaktı ve insan varlığının tüketmesi içindi. ‘Bir bebeğin annesi kadar; içine doğduğu doğanın, yüzüne esen rüzgârın, ayağını bastığı toprağın onun varlığına etkisi var. Doğanın içinde sadece öylesine durmak bile size iyi gelir, çocuklarınızın becerilerine, yaratıcılığına, bilişsel kapasitesine, merhamet duygularının gelişmesine fırsat verir’ diyemezdik. Çünkü doğal olan ilkeldi ve bizler, gelişmiş-gelişmeye devam eden bilgi çağı çocuklarıydık. Birbirimizden kopuk ve ayrıydık, güçlüydük. Şimdi ekolojik okuryazarlık ilkelerinden biri olan, her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğunu kabul etmek, o zamanlar bizi sadece aciz kılardı. Her şey insan içindi.

Öyle miydi gerçekten? Bizler o günden bu güne çocuklarımıza doğayı kontrol edebileceğimizi ve istediğimiz gibi kullanabileceğimizi öğrettik. Sulara yön verebileceğimizi, canımızın dilediği yere dilediğimiz yapıyı dikebileceğimizi gösterdik. Bir savaştaymışçasına tüm canlılara söz geçirdik, her şeyi yendik, her yeri fethettik. Ama gerçek şu ki doğayı kontrol edemiyoruz. Doğa bizim kontrol yetkimizin çok ötesinde. Şimdi evlerde kapalı geçen günlerimiz bunun en belirgin kanıtı. Öylece oturuyoruz birilerinin bir çare bulmasını beklerken. Çocuklarımıza yalan söyleyen ebeveynler mi olduk bu güne kadar? Güvenlerini nasıl koruyacağız? Bu gerçekliğin farkına varmanın yarattığı anksiyeteyi en derinlerimizde hissediyoruz. Acı bir şekilde öğreniyoruz ki bu sistem içerisinde, mikroorganizmadan makro sisteme kadar hepimiz birbirimizi etkiliyoruz. Düşman olacak, yenecek ne var ki şu an ? Bir virüsün bize kin güttüğünü düşünmek komik olurdu sanırım. Yine de haberler şöyle söylüyor: “KORONAVİRÜS BELASI!”

Yazılar görüyorum: “ACIMASIZ KORONA BUGÜN ŞUNU YAPTI.”

Dedemin bir sofra duası vardır: “Yemek de sensin, yiyen de sensin. Hu.”

İnsanların ve doğanın birbiri üzerindeki etkisini, aradaki bağı, terapötik ilişkiyi inceleyen bir bilim dalı olan ekopsikoloji kaybettiğimiz bazı değerlerin yeniden nasıl hatırlanabileceği sorusunu soruyor. Doğa yoksunluğunun üzerimizdeki yıkıcı etkisini, sürdürülebilirlik açısından yapılan bütün hareketlerin neden içselleştirilemediğini ve neden kalıcı çözümler üretemediğimizi araştırıyor. Ekopsikoloji bir hatırlatma bilimi aslında. İnsanların doğadan neden bu kadar kopuk yaşadığına, bu ayrılığın ruh sağlığı açısından anlamının ne olabileceğine bakıyor. Hem insanların hem de doğanın faydasını gözeten bu bilim dalı, sürdürülebilir ve yaban hayata karşı saygı ve merhamet dolu bir yaşam anlayışı için, doğa ve insan bağını onarmak üzerine çalışmalar yapıyor. Bu noktada, ekopsikoloji ve uygulamalı bölümü olan ekoterapi çalışmalarının sonuçları oldukça umut verici. Araştırmalar diyor ki, doğayla temas etme ile fiziksel hastalıkların daha hızlı iyileşmesi arasında bir bağlantı var. Bunun yanı sıra doğa, kişilerin psikolojik iyi olma halini, doğadan çıkıp işe döndüklerinde odaklanma sürelerini, sosyal sorumluluk bilincini, liderlik becerilerini, öz yeterlilik algılarını olumlu yönde etkiliyor. Doğada yetişen çocukların motor ve bilişsel becerileri gelişiyor, dikkat eksikliği, hiperaktivite semptomlarında azalmalar görülüyor. Kendilerini doğadan ayrı değil ona yakın görüyorlar, ekolojik benlikleri olumlu anlamda değişiyor ve gelişiyor. Bu noktada doğanın etkisi reddedilemez şekilde ortada, işin nasıl kısmı ise hala araştırılıyor. Ekopsikoloji bir de haberlerde en açık kanıtını gördüğümüz, doğal felaketlere dair bir korku olan ekofobiyi inceliyor. Felaketleştirme senaryolarından uzaklaşarak, içinde bulunduğumuz ekolojik gerçekliği nasıl kabul eder ve nasıl daha iyi olması adına fayda yaratabiliriz, sorularının sonu ise nereye çıkıyor biliyor musunuz? Bana rahat bir nefes aldıran şu kelime grubuna: Temas etmeye, bağ kurmaya, bağlanmaya ve kaybedilenler için özgürce yas tutmaya.

Gerçekten benimsediğimiz ve tanıdığımız şeyleri içselleştirebiliriz. Bağlanan canlılar olarak bağ kurduğumuz değerleri korumaya yönelik olarak hareket ederiz. Ben’in sınırları etten kopup hava ile, toprak ile, su ile karıştığında, türcülük, ırkçılık, ayrımcılık yapabileceğimiz tek bir hücre dahi kalmadığında, kendimize ve çocuklarımıza doğa ile ilgili kaygı ve korku hikayeleri yaratmak yerine, gerçeği sunabiliriz. Böylece birbirimizden korkmamıza ya da yavru kediyi korumak zorunda hissetmemize gerek kalmaz.

Biz doğanın içindeniz, dünyalıyız, buraya doğduk ve her canlı gibi onun döngülerinden etkileniyoruz. Kışın tohumların toprak altında sessizce uyuması ve beklemesi gibi, bizler de bazen evlerimizde bekliyoruz. Bazen gerçekten yapacak bir şey yok. Doğa romantizm kabul etmez, canlı ve farkında kalmalıyız. Bazen şartlar zor, okyanuslar fırtınalı olabiliyor. Yine de hiçbir şey sonsuza dek sürmediği gibi, fırtınalı havalar da gelip geçiyor. Yukarıda yazdığım ekolojik okuryazarlık ilkesinin tamamını paylaşmak istiyorum: Her şey birbiriyle bağlantılıdır ve bir yere doğru gitmek zorundadır. Ve çocuklar, yanından geçtiğiniz ağaç, üzerine bastığınız toprak, oynamak istediğiniz yavru kediler sizi merak ediyor.

Daha fazlası için;

Instagram: https://www.instagram.com/ekopsikoloji/


Korona Hafızası Ekofil Topluluğu üyelerinin korona salgını dönemindeki duygu, düşünce ve yaratımlarını paylaşmaları için açılmış bir alandır. Korona Hafızası kapsamında yayımlanan yazıların içerikleri tamamen yazarlarına aittir, EKOFİL’in görüşlerini yansıtmayabilir. Ekofil Mutfak Ekibi bu kapsamda gönderilen yazıları temel ilkelerimize uygun olduğu müddetçe herhangi bir seçme, eleme ve ayrım yapmadan yayınlamaktadır.


 

 

Pin It on Pinterest